Varoluşçuluk,
a. fel. Varoluşun özden önce geldiğini ve özü sürekli olarak yarattığını ileri süren öğreti, egzistansiyalizm. (TDK, Varoluşçuluğun tanımı, 2016)
Varoluşçuluğun ne olduğunu anlamak için öncelikle varoluşçuluğun ne olmadığını anlamak gerekir.
Varoluşçuluk felsefi bir sistemdense, felsefi bir akımdır. Bir akım olarak on
dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkmıştır. İlk kez “Ben bir varoluşçuyum”
diyen kişi Jean-Paul Sartre olmasına rağmen Danimarkalı filozof Soren
Kierkegaard akımın kurucusu kabul edilir. Bunun yanında Friedrich Nietzsche ve
Fyodor Dostoyevski akımın kurucuları olarak kabul edilir. On dokuzuncu yüzyıla
dayanıyor olsa da modern varoluşçuluk yirminci yüzyıl ortaları, özellikle
İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Franz Kafka, Martin Heidegger, Albert Camus,
Maurice Merleau-Ponty, Jean-Paul Sartre gibi isimler ile öne çıkar.
Varoluşçuları birbirine bağlayan elementlerden bir tanesi, varoluşçuların
insanoğlu için ‘yaşam problemi’ ile ilgilenmesidir. Robert Solomon’un dediği
gibi:
“Varoluşçuluk insanın dünyasında çözümlenemeyen karışıklığı fark eden
bir tutumdur. Lakin insanın karışıklığı, görüneni ya da sabit ve ya aşina görünüyormuş
gibi olanı kavrama isteğine karşı direnir... Varoluşçu tutum kafası karışan
bireyin kabul etmeyeceği bir dünya ile karşılaşmasıyla başlar” (Solomon)
Varoluşçular, “Neden buradayım?”, “İnsan olmak neyi ifade ediyor?”,
“Hayatımı nasıl yaşamalıyım?” gibi soruları toplandığı ve ortak bir kavram
olarak kabul ettikleri “İnsanlık hali/İnsan olma hali” ile ilgilenir.
Varoluşçular “İnsan olma hali” üzerinde büyük oranda farklı görüşler çıkardığı
için “İnsan olma hali” kavramının net bir tanımı olamamıştır. Bu farklılıklara
rağmen varoluşçular arasında ortak olan bir nokta, dini, felsefi veya bilimsel
olarak yaşamın anlamını etraflı bir biçimde tanımlamaya çalışan ve yaşamın
amacı ile ilgili cevaplar öne süren sistem ve teorileri kabul etmiyor
olmalarıdır. (Örnek olarak, Batı tarihinde bu gibi etraflı açıklamaları yapan
en baskın sistem ve teoriler Hristiyanlık olarak kabul edilebilir.) Bu sitemler
bireyler tarafından çekici bulunurlar çünkü bireyin hayatını yaşamasına kendine
özgü bir açıklama bulma çabasının oluşturduğu büyük yükü bireyin üzerinden
alır.
Varoluşçular mutlak ve etraflı bir biçimde cevaplara sarılan sistemlere
sadık kalmanın, bireyin yaşamın problemlerine kendi başına cevap bulmasını
sağlarken aslında bireyin gelişimine ve otantik ve özgür insanoğlu olmasına
zarar verdiğini savunur. Bu sistemlerin en büyük sorunlarından bir tanesi ise
insan olmanın esaslarını göz önüne almıyor olmasıdır. Çoğunlukla bu gibi
sistemler yaşamın amaç ve anlamını alternatif obje veya dünyalardan çıkarırlar.
(Mesela cennet kavramı ve Platon’un formlardan oluşan dünyası.) Fakat bu
sistemler bu gibi yöntemleri kullanırken insanın yaşam üzerine olan
perspektifini göz önünde bulundurmayı unuturlar. Örnek olarak, organize bir
biçimde işleyen dinler tanrısal perspektifi direkt bir biçimde peygamberler
vasıtası ile iletirler. Her şeyi bilen, her yerde ve her zaman olan ve gücü
sınırsız olan bir figürün perspektifini insanın karşılaştığı soruları
cevaplamak için kullanırlar. Bu probleme karşın Nietzsche bizlerin “insan, fazlasıyla insan” olduğumuzu söyler.
(“Human, all too human.”)
Tanrısal perspektifin sorunu insan olma halinin esas yönlerini yeterli bir
biçimde ele almıyor olmasıdır, mesela: ölümlülük, yaşamın geçici doğasını
reddedip ölümsüzlüğü kabul ediyor olması bunun bir göstergesidir. Aslında varoluşçular
ölümlülüğümüz ile yüzleşmenin yararlı olduğunu söylerler. Varlığımızın geçici
doğasını kabul etmemiz, çoğunluğun yaptığının bir parçası olmaktansa birey
olarak kendimizi geliştirmeye ve kendi standart ve değerlerimiz üzerinden seçim
yapmamıza yardımcı olacaktır.
Jean-Paul Sartre tarafından 1945 yılında
“Varoluşçuluk Hümanizm Midir” adlı dersinde öne sürdüğü “Varoluş tözün önüne
geçer” fikri üzerinde durmakta fayda var. (Dönemin tüm varoluşçuları bu konuda
hemfikir olmamıştır, örnek olarak Heidegger.) Fakat bu cümlenin ne demek
istediğini anlamak için cümlede geçen “töz” kelimesi üzerinde durmalıyız.
“Töz” kavramını Antik Yunan filozofu Aristo
üzerinden incelemeye başlayabiliriz. Aristo her bağımsız şeyin bir ‘tözü’
olduğunu söyler. Bir varlığın tözü aynı zamanda o varlığın doğası olarak
görülebilir ve o varlığın olduğu şey olması için gerekli olan karakteristikler
bütünü olarak adlandırılabilir. Aristo doğaya karşın teleolojik (erek/amaç/gaye
ile ilgili) bir bakış sahibi olarak doğadaki her varlığın tözünü
gerçekleştirmeye yöneldiğini savunur. Aristo insanların akılları ile mutlak bir
uyumda olmalarını insanın doğası/tözü olarak sayar.
Skolastik düşüncenin gelişmesini de etkilediği gibi insanın “rasyonel
hayvan” olması tanımına varılmıştır. Aristo’ya göre insanoğlunu diğer
canlılardan tözleri ile hareket etmeyi seçip seçmeme özgürlüğüne sahip
oldukları için farklı olduğunu söyler. Fakat insanoğlunun kendi, özgün tözünü
yaratamayacağını savunur. Gücü sınırsız bir tanrıya inananlar insanların tanrı
tarafından tasarlanmış bir töze sahip olduğunu ve tözü yaşanmışlıktan ziyade
tanrı tarafından verilen bir şey olarak görürler.
Sartre’ın “Varoluş tözün önüne geçer” sözüne geri dönersek Sartre için
insan olmanın araba, saat vs. gibi varlıklardan aslında farklı olduğunu
görürüz. Bu gibi şeyler için tözlerinin onların varlığının önüne geçtiğini,
tözlerinin onları var ettiklerini söyleyebiliriz çünkü bunlar işlevleri önceden
belirlenmiş şeylerdir. Ancak bir ateist olan Sartre için, insanlar yüksek bir güç
tarafından işlevleri daha önceden belirlenmiş varlıklar değillerdir. Daha
ziyade bu dünyada önceden belirlenmemiş bir töz olmadan gelinir ve karar verme
özelliğimiz sayesinde kendi tözümüzü yontma şansına sahibizdir.
Çoğu insan hatalı bir biçimde her varoluşçuyu nihilist olarak görür. En
genel haliyle ele aldığımızda nihilizm yaşamanın manasız olduğunu savunur.
Varoluşçu olmak için nihilist olmaya gerek yoktur, nihilist olan varoluşçular
da olabileceği gibi. Nihilistler ve varoluşçular, her ikisi de hayatın objektif
bir anlamı olmadığını savunur, fakat ayrımları varoluşçuların bireyin kendine
özgü/sübjektif bir anlam çıkaracağına inanmasının yanında nihilistlerin özgün
ve sübjektif bir anlam olmayacağını düşünmesiyle belli olur.
Nihilizmi bir zehir olarak gören Nietzsche
“Becoming who you are/ Kim isen o olmak” düşüncesini geliştirir. Nietzsche’ye
göre bu düşünceye girmek, yani nihilizmi aşmak herhangi bir objeye, kişiye veya
sembole dogmatik bir biçimde bağlanmak ile gerçekleşmesinden ziyade bireyin
kendi yaşamına bir anlam ve amaç yaratması ile olur. Bu süreç içerisinde
içselleştirilen değer ve yargılar ile yaşamını sürdürmesidir.
“Yalnız
olanın ardından adaletsizlik ve ahlaksızlık atıyorlar: ama, kardeşim, bir
yıldız olsan, bu sebepten dolayı daha az parlamamalısın. İyi ve adaletli olanın
farkında ol! Kendi erdemini yaratanlara işkence etmeyi severler-yalnız olandan
nefret ederler.”
(Nietzsche)
Camus’a göre absürt olanı anlamak ve
kabullenmek gerekir. Tanrı’ya inanmak felsefi açıdan bir intihar olarak
görülür. Camus varoluşçu olarak kabul edilmeye tepki göstermiştir ve varoluşçu
olmadığı takdirde bir absürdist sayılır.
Sartre varoluşçuluk üzerine “Varlık ve
Hiçlik” kitabı ile repütasyonunu yükseltmiştir, fakat insanlar yazılanları
anladıkları için değil, tam aksine anlaşılmayan kavramlarla karşılaşmaları
sayesinde bu yükseliş gerçekleşir. Varoluşçuluk ele alınırken anahtar
anlayışlar etrafında gelişir.
Bu anlayışlardan ilki, etrafımızdaki şeylerin düşündüğümüzden daha tuhaf
olmasıdır. Sartre’a göre etrafımızda günlük mantık çerçevesi dışında
gerçekleşen her şey Dünya’nın aslında ne olduğunu görebildiğimiz noktalardır. “Bulantı”
kitabında anlattığı bir karakter üzerinden bunu örneklendirebiliriz: tramvayda
olan karakter elini koltuklardan birine koyar ve hemen geri çeker, bir anlığına
o koltuğun insanların oturması için yapıldığını ve “koltuk” olarak işlevleri
gözünün önüne gelir. Sartre, bu karakterinin bulunduğu durumu “Dünya’nın
absürtlüğü” olarak anmıştır.
Getirdiği ikinci bir anlam da özgür olmamızdır. Sartre bunu var olmanın
ıstırabı/kederi olarak adlandırır. Dünya üzerinde özgür olmamız yaşamın her
anında olasılıkların sayısını oldukça arttırır. Bireyin dünyaya özgür olarak
atıldığını savunur.
Üçüncü anlayış, kötü niyet ile yaşamamamız gerektiğidir. İnsanlar ne zaman
bir şey olması gerektiği gibi olmadığı zaman, diğer olasılıklara gözlerini
kapayıp kötü bir duruma giriyor. Bir insan ile birlikte olma, bir işi yapma,
bir yerde durma gibi zorunluluklar olduğu takdirde kötü hissederiz. Sartre
bu gözlemini “Varlık ve Hiçlik” de anlattığı bir olaydan yola çıkarak yapar.
Paris’te bir kafede servis yapan genç adamın adeta o iş için doğmuş bir tavırla
işini yapıyor olmasından başlar. Sartre’a göre bu garson diğer tüm
olasılıklarından uzaklaşan bir biçimde artık sadece bir yere bağlanmış ve
özgürlüğünden uzaklaşmıştır.
Bir diğer anlayış ise kapitalizmi bırakma özgürlüğüne sahip olmamızdır.
Sartre’a göre bizi özgürlüğümüzden uzaklaştıran bir neden de paradır.
Elimizdeki olanaklardan vazgeçmemizde etkisi vardır. Kapitalizmin birçok şeyi
gerekliymiş gibi gösteren ve insanları çalışma satın alma vs. gibi eylemlere
zorlayan görünmez bir makina/sistem olarak kabul eder. (Hatta bu nedenle
Sartre, Marksizm ile oldukça yakından ilgilidir, eylemleri sırasında tutuklanmıştır
ve Charles de Gaulle “Voltaire’i tutuklayamazsınız” diyerek onu serbest
bırakmıştır. Bunun yanı sıra Fidel Castro ve Che Guevara ile olan yakınlığı
Amerikan istihbaratının Sartre üzerine bir dosya açmasına neden olmuştur. )
Simone de Beauvoir’a göre ise mutluluğumuz,
mutsuzluğumuz, yaşamak için bir anlam aramamız aslında “insan olma halini” her
bir bireyin çocukken yaşıyor olmasından kaynaklanır. Varoluş ve özgürlüğün
yarattığı gerginlikten uzak bir biçimde dünyaya geliriz. Bu gerginlikleri
analiz edecek kadar gelişmemiş bir durumda dünyaya gelmemiz nedeni ile
yapımında payımız olmayan, kabul edilmiş, kalıplaşmış ve hazır durumdaki bir
dünyanın mirasçısı oluruz. Değerleri önceden var olan bir dünya. Ancak
Beauvoir’ın ergenlik krizi olarak adlandırdığı zamanda var olan bireyler olarak
sorumluluklarımızın farkına varmamız olayı gerçekleşir. Bu süreçte önümüze
gelen yollardan birini seçerken özgürlük ile sonuçlanması istenir. Simone de Beauvoir
için özgürlüğe ulaşmanın iki parçası vardır: bunlardan ilki bireyin kendi
öznelliğini üstlenmesi (kendi benliğini tanıması ve anlaşması) gerektiğidir. Fakat
bunu incelerken her bireyin benliği ile doğduğunu, benliğin mutluluk demek
olmadığını, benliğin değerinin artırılmasının söz konusu olmayacağını ve son
olarak benliğin çoğalmasının sahte olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Özgürlüğe
ulaşmanın ikinci parçası ise bireyin insanoğlu adına özgürleşme için
çabalamasıdır. Newton’un dediği gibi “Her
eylem için eşit ve zır bir tepki vardır.” Dolayısıyla toplumun özgürlüğü
bireyin özgürlüğünü etkiler. Bu iki parçayı bir araya getirmek Beauvoir için
etik özgürlüğe ulaşmak demektir.
Bir başka varoluşçu görüşüne gelecek olursak, Soren Kierkegaard uyanmamızı ve duygusal illüzyonlarımızı bir
kenara koymamızı istemiştir. Aileye duyulan inanç, işe duyulan güven, aşka olan
bağlılık, yaşamın bir amaç ve anlamı olduğunun düşüncesi gibi modern değer ve
algıları yıkar.
“Büyüdükçe
dünyanın farkına vardım, farkına vardıkça gülmeye başladım ve o günden beri hiç
durmadan gülüyorum.”(Kierkegaard)
Kierkegaard bireyin yaşamı boyunca birçok ikileme karşı tek çıkış olan
pişmanlık ile ilgilenmiştir. Evlenmek de - evlenmemek de, intihar etmek de - yaşamaya
devam etmek de pişmanlık getirecektir, bu gibi ikilemlerin sonuçlarının her
birinin bireyin pişmanlığına çıkıyor olması üzerine Kierkegaard Dünya’nın bu
halini komik bulur. Eserlerinden bir tanesinde “Pişmanlık/endişe” kavramı ile
bizi tanıştırır. Endişeyi kaç tane seçeneğimiz olduğunu ve aslında bu
seçenekleri kullanma esnasında ne kadar az anlayış göstereceğimizi fark
ettiğimiz durum olarak belirtir.
“Hayat
ancak tersine anlaşılıp, ileriye doğru yaşanmalıdır.”(Kierkegaard)
“Bireyin
mutlak ve tamamen mutlu olması sadece yarım saat için bile olanaksızdır. Kimse
dünyaya ağlamadan gelmez, kimse dünyaya ne zaman gelmek istediğini sormaz,
kimse dünyadan ne zaman ayrılmak istediğini sormaz, hayat ne kadar anlamsız ve
boş. Ölenleri birkaç kürek toprağın altına gömüp evlerimize döndüğümüzde en
azından o anda yaşadığımız bir hayat olması ile övünüyoruz.” (Kierkegaard)
Kierkegaard’ın bu duruma karşı cevabı İsa olmuştur. Danimarka’daki
Hristiyan kilisesinden ne kadar hoşlanmasa da babasının ona çocukken öğrettiği
gerçeği, Hristiyanlık dininin köylü derecesinde basit denilecek kadar bir
duruma teslim olunan bir teoloji olduğunu savunur. Bireyin sadece İsa adına
dünya ile olan tüm bağını koparıp canını feda etmesi ve diğer tüm insanları adeta
kardeşi gibi kabul etmesi gerektiği fikrindedir. Daha ziyade ‘birine veya bir
şeye, gözleme ve deneye dayanan bir kanıt olmamasına rağmen inanma’ (‘Leap of
faith’) olarak kabul edilen bir anlayış ortaya koyar. Bu anlayışta mutlak çözüm
kendini varlığını kanıtlamaktansa tanrının var olduğu kanısına bırakmak
esastır.
“İnançlı
olmak aklını kaybetmek ve tanrıyı kazanmaktır” (Kiekegaard)