Tuesday, May 10, 2016

VAROLUŞÇULUK (türkçe)

Varoluşçuluk,
a. fel. Varoluşun özden önce geldiğini ve özü sürekli olarak yarattığını ileri süren öğreti, egzistansiyalizm. (TDK, Varoluşçuluğun tanımı, 2016) 
Varoluşçuluğun ne olduğunu anlamak için öncelikle  varoluşçuluğun ne olmadığını anlamak gerekir. Varoluşçuluk felsefi bir sistemdense, felsefi bir akımdır. Bir akım olarak on dokuzuncu yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkmıştır. İlk kez “Ben bir varoluşçuyum” diyen kişi Jean-Paul Sartre olmasına rağmen Danimarkalı filozof Soren Kierkegaard akımın kurucusu kabul edilir. Bunun yanında Friedrich Nietzsche ve Fyodor Dostoyevski akımın kurucuları olarak kabul edilir. On dokuzuncu yüzyıla dayanıyor olsa da modern varoluşçuluk yirminci yüzyıl ortaları, özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında, Franz Kafka, Martin Heidegger, Albert Camus, Maurice Merleau-Ponty, Jean-Paul Sartre gibi isimler ile öne çıkar. Varoluşçuları birbirine bağlayan elementlerden bir tanesi, varoluşçuların insanoğlu için ‘yaşam problemi’ ile ilgilenmesidir. Robert Solomon’un dediği gibi:
            “Varoluşçuluk insanın dünyasında çözümlenemeyen karışıklığı fark eden bir tutumdur. Lakin insanın karışıklığı, görüneni ya da sabit ve ya aşina görünüyormuş gibi olanı kavrama isteğine karşı direnir... Varoluşçu tutum kafası karışan bireyin kabul etmeyeceği bir dünya ile karşılaşmasıyla başlar” (Solomon)

Varoluşçular, “Neden buradayım?”, “İnsan olmak neyi ifade ediyor?”, “Hayatımı nasıl yaşamalıyım?” gibi soruları toplandığı ve ortak bir kavram olarak kabul ettikleri “İnsanlık hali/İnsan olma hali” ile ilgilenir. Varoluşçular “İnsan olma hali” üzerinde büyük oranda farklı görüşler çıkardığı için “İnsan olma hali” kavramının net bir tanımı olamamıştır. Bu farklılıklara rağmen varoluşçular arasında ortak olan bir nokta, dini, felsefi veya bilimsel olarak yaşamın anlamını etraflı bir biçimde tanımlamaya çalışan ve yaşamın amacı ile ilgili cevaplar öne süren sistem ve teorileri kabul etmiyor olmalarıdır. (Örnek olarak, Batı tarihinde bu gibi etraflı açıklamaları yapan en baskın sistem ve teoriler Hristiyanlık olarak kabul edilebilir.) Bu sitemler bireyler tarafından çekici bulunurlar çünkü bireyin hayatını yaşamasına kendine özgü bir açıklama bulma çabasının oluşturduğu büyük yükü bireyin üzerinden alır.

Varoluşçular mutlak ve etraflı bir biçimde cevaplara sarılan sistemlere sadık kalmanın, bireyin yaşamın problemlerine kendi başına cevap bulmasını sağlarken aslında bireyin gelişimine ve otantik ve özgür insanoğlu olmasına zarar verdiğini savunur. Bu sistemlerin en büyük sorunlarından bir tanesi ise insan olmanın esaslarını göz önüne almıyor olmasıdır. Çoğunlukla bu gibi sistemler yaşamın amaç ve anlamını alternatif obje veya dünyalardan çıkarırlar. (Mesela cennet kavramı ve Platon’un formlardan oluşan dünyası.) Fakat bu sistemler bu gibi yöntemleri kullanırken insanın yaşam üzerine olan perspektifini göz önünde bulundurmayı unuturlar. Örnek olarak, organize bir biçimde işleyen dinler tanrısal perspektifi direkt bir biçimde peygamberler vasıtası ile iletirler. Her şeyi bilen, her yerde ve her zaman olan ve gücü sınırsız olan bir figürün perspektifini insanın karşılaştığı soruları cevaplamak için kullanırlar. Bu probleme karşın Nietzsche bizlerin “insan, fazlasıyla insan” olduğumuzu söyler. (“Human, all too human.”)

Tanrısal perspektifin sorunu insan olma halinin esas yönlerini yeterli bir biçimde ele almıyor olmasıdır, mesela: ölümlülük, yaşamın geçici doğasını reddedip ölümsüzlüğü kabul ediyor olması bunun bir göstergesidir. Aslında varoluşçular ölümlülüğümüz ile yüzleşmenin yararlı olduğunu söylerler. Varlığımızın geçici doğasını kabul etmemiz, çoğunluğun yaptığının bir parçası olmaktansa birey olarak kendimizi geliştirmeye ve kendi standart ve değerlerimiz üzerinden seçim yapmamıza yardımcı olacaktır.

Jean-Paul Sartre tarafından 1945 yılında “Varoluşçuluk Hümanizm Midir” adlı dersinde öne sürdüğü “Varoluş tözün önüne geçer” fikri üzerinde durmakta fayda var. (Dönemin tüm varoluşçuları bu konuda hemfikir olmamıştır, örnek olarak Heidegger.) Fakat bu cümlenin ne demek istediğini anlamak için cümlede geçen “töz” kelimesi üzerinde durmalıyız.

“Töz” kavramını Antik Yunan filozofu Aristo üzerinden incelemeye başlayabiliriz. Aristo her bağımsız şeyin bir ‘tözü’ olduğunu söyler. Bir varlığın tözü aynı zamanda o varlığın doğası olarak görülebilir ve o varlığın olduğu şey olması için gerekli olan karakteristikler bütünü olarak adlandırılabilir. Aristo doğaya karşın teleolojik (erek/amaç/gaye ile ilgili) bir bakış sahibi olarak doğadaki her varlığın tözünü gerçekleştirmeye yöneldiğini savunur. Aristo insanların akılları ile mutlak bir uyumda olmalarını insanın doğası/tözü olarak sayar.

Skolastik düşüncenin gelişmesini de etkilediği gibi insanın “rasyonel hayvan” olması tanımına varılmıştır. Aristo’ya göre insanoğlunu diğer canlılardan tözleri ile hareket etmeyi seçip seçmeme özgürlüğüne sahip oldukları için farklı olduğunu söyler. Fakat insanoğlunun kendi, özgün tözünü yaratamayacağını savunur. Gücü sınırsız bir tanrıya inananlar insanların tanrı tarafından tasarlanmış bir töze sahip olduğunu ve tözü yaşanmışlıktan ziyade tanrı tarafından verilen bir şey olarak görürler.

Sartre’ın “Varoluş tözün önüne geçer” sözüne geri dönersek Sartre için insan olmanın araba, saat vs. gibi varlıklardan aslında farklı olduğunu görürüz. Bu gibi şeyler için tözlerinin onların varlığının önüne geçtiğini, tözlerinin onları var ettiklerini söyleyebiliriz çünkü bunlar işlevleri önceden belirlenmiş şeylerdir. Ancak bir ateist olan Sartre için, insanlar yüksek bir güç tarafından işlevleri daha önceden belirlenmiş varlıklar değillerdir. Daha ziyade bu dünyada önceden belirlenmemiş bir töz olmadan gelinir ve karar verme özelliğimiz sayesinde kendi tözümüzü yontma şansına sahibizdir.

Çoğu insan hatalı bir biçimde her varoluşçuyu nihilist olarak görür. En genel haliyle ele aldığımızda nihilizm yaşamanın manasız olduğunu savunur. Varoluşçu olmak için nihilist olmaya gerek yoktur, nihilist olan varoluşçular da olabileceği gibi. Nihilistler ve varoluşçular, her ikisi de hayatın objektif bir anlamı olmadığını savunur, fakat ayrımları varoluşçuların bireyin kendine özgü/sübjektif bir anlam çıkaracağına inanmasının yanında nihilistlerin özgün ve sübjektif bir anlam olmayacağını düşünmesiyle belli olur.



Nihilizmi bir zehir olarak gören Nietzsche “Becoming who you are/ Kim isen o olmak” düşüncesini geliştirir. Nietzsche’ye göre bu düşünceye girmek, yani nihilizmi aşmak herhangi bir objeye, kişiye veya sembole dogmatik bir biçimde bağlanmak ile gerçekleşmesinden ziyade bireyin kendi yaşamına bir anlam ve amaç yaratması ile olur. Bu süreç içerisinde içselleştirilen değer ve yargılar ile yaşamını sürdürmesidir.
           
“Yalnız olanın ardından adaletsizlik ve ahlaksızlık atıyorlar: ama, kardeşim, bir yıldız olsan, bu sebepten dolayı daha az parlamamalısın. İyi ve adaletli olanın farkında ol! Kendi erdemini yaratanlara işkence etmeyi severler-yalnız olandan nefret ederler.”
(Nietzsche)
Camus’a göre absürt olanı anlamak ve kabullenmek gerekir. Tanrı’ya inanmak felsefi açıdan bir intihar olarak görülür. Camus varoluşçu olarak kabul edilmeye tepki göstermiştir ve varoluşçu olmadığı takdirde bir absürdist sayılır.

Sartre varoluşçuluk üzerine “Varlık ve Hiçlik” kitabı ile repütasyonunu yükseltmiştir, fakat insanlar yazılanları anladıkları için değil, tam aksine anlaşılmayan kavramlarla karşılaşmaları sayesinde bu yükseliş gerçekleşir. Varoluşçuluk ele alınırken anahtar anlayışlar etrafında gelişir.

Bu anlayışlardan ilki, etrafımızdaki şeylerin düşündüğümüzden daha tuhaf olmasıdır. Sartre’a göre etrafımızda günlük mantık çerçevesi dışında gerçekleşen her şey Dünya’nın aslında ne olduğunu görebildiğimiz noktalardır. “Bulantı” kitabında anlattığı bir karakter üzerinden bunu örneklendirebiliriz: tramvayda olan karakter elini koltuklardan birine koyar ve hemen geri çeker, bir anlığına o koltuğun insanların oturması için yapıldığını ve “koltuk” olarak işlevleri gözünün önüne gelir. Sartre, bu karakterinin bulunduğu durumu “Dünya’nın absürtlüğü” olarak anmıştır.
Getirdiği ikinci bir anlam da özgür olmamızdır. Sartre bunu var olmanın ıstırabı/kederi olarak adlandırır. Dünya üzerinde özgür olmamız yaşamın her anında olasılıkların sayısını oldukça arttırır. Bireyin dünyaya özgür olarak atıldığını savunur.
Üçüncü anlayış, kötü niyet ile yaşamamamız gerektiğidir. İnsanlar ne zaman bir şey olması gerektiği gibi olmadığı zaman, diğer olasılıklara gözlerini kapayıp kötü bir duruma giriyor. Bir insan ile birlikte olma, bir işi yapma, bir yerde durma gibi zorunluluklar olduğu takdirde kötü hissederiz. Sartre bu gözlemini “Varlık ve Hiçlik” de anlattığı bir olaydan yola çıkarak yapar. Paris’te bir kafede servis yapan genç adamın adeta o iş için doğmuş bir tavırla işini yapıyor olmasından başlar. Sartre’a göre bu garson diğer tüm olasılıklarından uzaklaşan bir biçimde artık sadece bir yere bağlanmış ve özgürlüğünden uzaklaşmıştır.
Bir diğer anlayış ise kapitalizmi bırakma özgürlüğüne sahip olmamızdır. Sartre’a göre bizi özgürlüğümüzden uzaklaştıran bir neden de paradır. Elimizdeki olanaklardan vazgeçmemizde etkisi vardır. Kapitalizmin birçok şeyi gerekliymiş gibi gösteren ve insanları çalışma satın alma vs. gibi eylemlere zorlayan görünmez bir makina/sistem olarak kabul eder. (Hatta bu nedenle Sartre, Marksizm ile oldukça yakından ilgilidir, eylemleri sırasında tutuklanmıştır ve Charles de Gaulle “Voltaire’i tutuklayamazsınız” diyerek onu serbest bırakmıştır. Bunun yanı sıra Fidel Castro ve Che Guevara ile olan yakınlığı Amerikan istihbaratının Sartre üzerine bir dosya açmasına neden olmuştur. )

Simone de Beauvoir’a göre ise mutluluğumuz, mutsuzluğumuz, yaşamak için bir anlam aramamız aslında “insan olma halini” her bir bireyin çocukken yaşıyor olmasından kaynaklanır. Varoluş ve özgürlüğün yarattığı gerginlikten uzak bir biçimde dünyaya geliriz. Bu gerginlikleri analiz edecek kadar gelişmemiş bir durumda dünyaya gelmemiz nedeni ile yapımında payımız olmayan, kabul edilmiş, kalıplaşmış ve hazır durumdaki bir dünyanın mirasçısı oluruz. Değerleri önceden var olan bir dünya. Ancak Beauvoir’ın ergenlik krizi olarak adlandırdığı zamanda var olan bireyler olarak sorumluluklarımızın farkına varmamız olayı gerçekleşir. Bu süreçte önümüze gelen yollardan birini seçerken özgürlük ile sonuçlanması istenir. Simone de Beauvoir için özgürlüğe ulaşmanın iki parçası vardır: bunlardan ilki bireyin kendi öznelliğini üstlenmesi (kendi benliğini tanıması ve anlaşması) gerektiğidir. Fakat bunu incelerken her bireyin benliği ile doğduğunu, benliğin mutluluk demek olmadığını, benliğin değerinin artırılmasının söz konusu olmayacağını ve son olarak benliğin çoğalmasının sahte olduğunu göz önünde bulundurmak gerekir. Özgürlüğe ulaşmanın ikinci parçası ise bireyin insanoğlu adına özgürleşme için çabalamasıdır. Newton’un dediği gibi “Her eylem için eşit ve zır bir tepki vardır.” Dolayısıyla toplumun özgürlüğü bireyin özgürlüğünü etkiler. Bu iki parçayı bir araya getirmek Beauvoir için etik özgürlüğe ulaşmak demektir.

Bir başka varoluşçu görüşüne gelecek olursak, Soren Kierkegaard uyanmamızı ve duygusal illüzyonlarımızı bir kenara koymamızı istemiştir. Aileye duyulan inanç, işe duyulan güven, aşka olan bağlılık, yaşamın bir amaç ve anlamı olduğunun düşüncesi gibi modern değer ve algıları yıkar.

“Büyüdükçe dünyanın farkına vardım, farkına vardıkça gülmeye başladım ve o günden beri hiç durmadan gülüyorum.”(Kierkegaard)

Kierkegaard bireyin yaşamı boyunca birçok ikileme karşı tek çıkış olan pişmanlık ile ilgilenmiştir. Evlenmek de - evlenmemek de, intihar etmek de - yaşamaya devam etmek de pişmanlık getirecektir, bu gibi ikilemlerin sonuçlarının her birinin bireyin pişmanlığına çıkıyor olması üzerine Kierkegaard Dünya’nın bu halini komik bulur. Eserlerinden bir tanesinde “Pişmanlık/endişe” kavramı ile bizi tanıştırır. Endişeyi kaç tane seçeneğimiz olduğunu ve aslında bu seçenekleri kullanma esnasında ne kadar az anlayış göstereceğimizi fark ettiğimiz durum olarak belirtir.
           
“Hayat ancak tersine anlaşılıp, ileriye doğru yaşanmalıdır.”(Kierkegaard)

“Bireyin mutlak ve tamamen mutlu olması sadece yarım saat için bile olanaksızdır. Kimse dünyaya ağlamadan gelmez, kimse dünyaya ne zaman gelmek istediğini sormaz, kimse dünyadan ne zaman ayrılmak istediğini sormaz, hayat ne kadar anlamsız ve boş. Ölenleri birkaç kürek toprağın altına gömüp evlerimize döndüğümüzde en azından o anda yaşadığımız bir hayat olması ile övünüyoruz.” (Kierkegaard)

Kierkegaard’ın bu duruma karşı cevabı İsa olmuştur. Danimarka’daki Hristiyan kilisesinden ne kadar hoşlanmasa da babasının ona çocukken öğrettiği gerçeği, Hristiyanlık dininin köylü derecesinde basit denilecek kadar bir duruma teslim olunan bir teoloji olduğunu savunur. Bireyin sadece İsa adına dünya ile olan tüm bağını koparıp canını feda etmesi ve diğer tüm insanları adeta kardeşi gibi kabul etmesi gerektiği fikrindedir. Daha ziyade ‘birine veya bir şeye, gözleme ve deneye dayanan bir kanıt olmamasına rağmen inanma’ (‘Leap of faith’) olarak kabul edilen bir anlayış ortaya koyar. Bu anlayışta mutlak çözüm kendini varlığını kanıtlamaktansa tanrının var olduğu kanısına bırakmak esastır.
           

“İnançlı olmak aklını kaybetmek ve tanrıyı kazanmaktır” (Kiekegaard) 
-hande


No comments:

Post a Comment